1

ŞAH İSMAİL İLE SULTAN SELİM ARASINDA DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU’DA HAKİMİYET MÜCADELESİ

Prof. Dr. Remzi KILIÇ*

Giriş:                         

XVI. Yüzyıl başlarında, Osmanlı Devleti’nin başında Sultan I. Selim (1512-1520) bulunmaktaydı. 23 Ağustos 1514’de Çaldıran’da Safevî Şah İsmail’i (1501-1524) mağlup ederek, önce Orta ve Doğu Anadolu’yu, sonra da Güneydoğu Anadolu’yu 1515-1517 yıllarında Osmanlı Devleti’ne katmayı başarmıştır. Diyarbakır ve çevresinin Osmanlı-Türkleri tarafından hakimiyet altına alınması, Sultan Selim’in takip ettiği doğu siyasetinin bir sonucudur. Sultan Selim, Anadolu’yu tamamen hakimiyeti altına almak ve Şiilik tehdidinden korumak istiyordu. Ayrıca, Anadolu’nun her bakımdan birlik ve beraberliğini, güvenlik ve asayişini sağlamak düşüncesinde olan Sultan Selim, Sünnî anlayışı benimseyen Diyarbakır ve Güneydoğu Anadolu halkının Safevî Devleti idaresine girmesini istememiştir.

I. Selim, Şah İsmail’i Çaldıran’da mağlup ettikten sonra Tebriz’e girmiş, Akkoyunlu Devleti’nin Diyarbakır’dan sonra ikinci başkenti olan bu şehirde bir müddet kalmıştı. Sultan Selim, Çaldıran seferinden sonra İstanbul’a hemen dönmeyerek, kış mevsimini Amasya’da geçirmiş ve ilkbaharda tekrar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya kuvvetler göndermişti. Sultan Selim, Amasya’dan Çaldıran seferinde yanında bulunan Şeyh Hüsamettin oğlu İdris-i Bitlîsî’yi, Urmiye Gölü’nden Malatya’ya ve Diyarbakır’a kadar uzanan bölgeyi Şah İsmail’e karşı, Osmanlı Devleti’ne bağlanmasını teşvik etmek için Doğu Anadolu’ya yollamıştı[1].

Güneydoğu Anadolu, Akkoyunlu Türkmenleri elinden Safevîler yönetimine geçmiş bulunuyordu. Diyarbakır başta olmak üzere bölgenin nüfus çoğunluğu Türkler’den oluşmaktaydı. Yüzyıllardan beri kuşaktan kuşağa Türkler ile meskun olan bu bölgede dağınık halde bulunan Sünnî Kürtler de vardı. Şah İsmail, kendisini Akkoyunlu Türkmenleri’nin vârisi sayarak bölge üzerindeki emellerinden vaz geçmemişti. Hakimiyet ve otoritesini göstermek için Güneydoğu Anadolu’daki Kürt beylerinin bir kısmını tutuklatarak varlıklarına son vermişti. Stratejik önemi olan Diyarbakır’a ise, Çaldıran’da kendisi uğruna savaşırken öldürülen Ustacalu Mehmed’in kardeşi Kara Han’ı göndermişti. Sultan Selim, bu gelişmelerden kendisi gibi rahatsız olan Sünnî Kürt beyleri ile Mevlanâ İdris-i Bitlîsî marifetiyle temasa geçerek görüşmüş ve Diyarbakır ve Güneydoğu Anadolu’nun Safevîler eline bırakılmayacağına karar vermiştir.

Diyarbakır şehrini kuşatmış olan Safevî valisi Kara Han üzerine, Sultan Selim, İdris-i Bitlîsî’nin girişimleri, Kürt beylerinin de katkıları ile Sivas Beylerbeyisi Şadi Paşa’yı ve Erzincan Beylerbeyisi Akkoyunlu Bıyıklı Mehmet Paşa’yı birlikleriyle göndermişti. Aslen Diyarbakırlı olan Yiğit Ahmet, on aydır Safevî valisi Kara Han kuvvetlerine karşı direnişe geçmiş olan Diyarbakır halkı ile el ele vermişti. İdris-i Bitlîsî ve Kürt beyleri on bin gönüllü ile beraber hareket ederek, Diyarbakır’ı kuştma altında tutan Kara Han’a karşı Bıyıklı Mehmet’in ordusuna katılmışlardı. Osmanlı kuvvetlerinin de gelmesiyle Diyarbakır 10 Eylül 1515’de Urfa kapısından şehre girilerek Safevî kuvvetlerinden kurtarılarak Osmanlı idaresine alınmıştır.

4 Kasım 1515’de yapılan divânda Diyarbakır Beylerbeyiliği kurulmuş; Kiğı, Çemişgezek’ten Urfa ve Sincar’a kadar olan yerleri içine alan topraklar, Bıyıklı Mehmet Paşa idaresine verilmiştir. Eski Amid sancak beyliği iptal edilerek, Diyarbakır’a yirmi üç pâre sancak bağlanmıştır. Şah İsmail’e bağlı kalan Kara Han, önce Mardin taraflarına çekilmiş, Mardin civarında Koçhisar yakınında Dedekargın mevkiinde Osmanlı kuvvetlerinin başında bulunan Bıyıklı Mehmet Paşa karşısında bir kez daha savaşan Kara Han, mağlup edilmiştir. Koçhisar veya Dedekargın savaşını müteakip; Ergani, Sincar, Çermik, Birecik, Rakka, Hasankeyf, Urfa, Siirt, Osmanlı Devleti hakimiyetine girmişti. Ayrıca, Güneydoğu Anadolu’daki Rûşeni, Harirî, Sencârî, Cezirevî gibi bazı Arap ve Kürt aşiretleri de bağlılıklarını bildirmişlerdir. Diyarbakır ve Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı Devleti’ne bağlanmasında emeği ve hizmetleri geçen İdris-i Bitlîsî ve Bıyıklı Mehmet Paşa’ya, Sultan Selim tarafından hil’at, bahşiş ve kılıçlar verilmiştir. Ayrıca Kürt beyleri için de yirmi beş yük akçe, beş yüz hil’at, on yedi sancak ihsan eylemiştir.

Çaldıran Savaşı Sonrası Doğu Anadolu’da’daki Gelişmeler:

Çaldıran’da Sultan Selim, Safevî Ordusu’nu top ateşleri sayesinde ağır bir mağlubiyete uğratmıştı. Şah İsmail kaçmış, ancak kuvvetlerinin bir çoğu kılıçtan geçirilmişti. Çaldıran’da iki gün kalan Sultan Selim oradan; Kırım Hanı’na; Tebriz A’yânı’na, Doğu vilâyetleri halkına, Kürt Beyleri’ne, Akkoyunlu Mirzâlar’a, Gürcistan Hâkimi’ne, Kürt beylerinden Hizan Hâkimi’ne, Afşar Sevindik Han’a, Şark hâkimlerinden gizli dostluk eden bir Bey’e, Oğlu Şehzâde Süleyman’a, Mısır Sultanı’na, Eflak ve Boğdan’a ayrı ayrı Çaldıran fetihnâmeleri göndermiştir[2]. Bu fetihnâmelerden ikisini kısaca misal olması bakımından burada belirtmek lazımdır.

Kürt beylerine yazılan Çaldıran fetihnâmesidir: Emirlerin iftiharlısı büyükleri Allah’ın esirgeyiciliğini kazanan doğu memleketleri beyleri, ikbâliniz devamlı ve sonunuz hayırlı olsun. Diğer Kürt aşiret ve kabile reisleri, temiz askerleri ve bu illerin kethüdaları ve erleri… Bu fermanım size ulaşınca her birinize mâlum olsun ki, iş bu 23 Ağustos 1514 Çarşamba günü öğle vaktine yakın Erdebiloğlu İsmail, dinsiz ve âyini fesatlı olan karşıma çıktı. Allah’ın yardımı ile göz açıp kapayıncaya kadar mağlup oldu ve kaçtı. Ne tarafa kaçtığı da bilinmedi. Şimdi temiz inançlarınız ve bağlılığınızla saadet kapıma olan sadakatinizin ortaya konma fırsatını kaçırmamanız için cihan değerindeki uyulması vâcip olan fermanımı gönderip buyurdum ki, bu fermanım hanginize, nerede ulaşırsa suretini hemen kâğıtlara yazıp bir birinize ulaştırınız. Kızılbaş tarafına giden Erdebiloğlu’nun nerede olduğunu kaç yerde fenalıklar ettiğini tafsilâtı ile yazınız ki, birçok nimet ve ikramlarıma hak kazanasınız. Ağustos sonu 1514[3].

Şehzâde Süleyman’a yazılan Çaldıran fetihnâmesidir: Pek kıymetli saadetli evlâdım… Bu fermanım sana ulaşınca malum olsun ki, Erdebiloğlu müfsit, zındık, küfrü ve fesadı kendince usûl etmiş, Allah kullarına kötülük etmeyi, memleketler yıkmayı kendince iftihar saydığından, buna karşı mahzunlara yardım, mazlumları koruyarak, dinimizin merasimlerini yaşatmak, şeriatı baki kılmak ve güçlendirmek için Allah’a tevekkül ederek…Tazı gibi atlara binmiş ve düşman avlayan askerlerimle onu tepelemek üzere doğuya yürümüştüm. Deniz’den geçildiği günlerde hükm-i şerif gönderip: “İslamiyet perdesini yıkmak istediğin söylentisi her yerde işitilip, şeyhler ve âlimler senin küfrüne hükmederek katline ferman verdiler. Bu bakımdan pis vücudunu zaferlerimin hançeri ile ortadan silmek padişahlığımın borcu, hatta vacip olmuştur. Fakat kılıcımı kullanmadan evvel sana İslamiyeti teklif ediyorum… Eğer şimdiye kadar yaptığın kötülüklere içten bir pişmanlıkla Sünnî ve Müslüman olursan ve bundan evvel atımın ayağının bastığı yerleri, Osmanlı mülkü olarak bilirsen benim devletimden yardım ve şefkatten başka bir şey görmezsin… Eğer kötü ahlakını değiştirmeyip, kötülüklerinde ısrar edersen, Allah’ın emri ile halen iradende olan memleketi ordum işgal ettiği zaman er isen meydana çıkarsın. Böylece Allah’ın iradesi ne ise ortaya gelir” diye buyurmuştum.

Uğur ve ikbâl ile Azerbaycan’a yürüdüm… Nihayet eski zamanlarda Acem sultanlarının pâyitahtı olan Tebriz önünde döğüşmek üzere 23 Ağustos öğleye yakın Çaldıran sahrasına gelindi. Askerimize karşı koymaya kendisinde kudret olmadığını anlayarak, bütün askerini baştan ayağa kadar zırhlara gark edip sağ kola Ustalacaluoğlu Mehmed’i kumandan tayin edip, geri kalan askerle de kendisi sol kola gelip savaş başladı.

Anadolu Beylerbeyisi Sinan Paşa göz açıp kapayıncaya kadar, Ustacaoğlu’nun saflarını dağıtıp, Ustacaoğlu Mehmed’in de başını aldılar… Her iki taraftan uzun müddet çatışmalar, çekişmeler olup bir çok beyler öldüler veya yaralandılar. Rumeli Beylerbeyisi Hasan Paşa yaralanınca, o koldaki garipler ve ulufeciler yardıma gönderildi. Yeniçeri kullarım da top tüfenk ve oklarla devlet ve din düşmanına taarruz ettiler. Bu durum karşısında düşmanlar firar ettiler. Askerlerim gidip sancaklarını ters çevirip, kumandanlarını hapsedip hepsini ok ve kılıçlarına hedef ettiler. Kendisinin yaralandığı muhakkak olup, şimdi Tebriz cihetine yürünmektedir. İnşaallah yakında fetih tamamen nasip olur. İşte bu da Allah’ın hediyesidir… Gerekir ki, oraya varıp size mülâki olmakla şereflenince Allah u Teala’ya bu lütuf ve hediyesinden dolayı hudutsuz hamd ve şükürler edip şenlikler yaptırasın 25 Ağustos 1514[4].

Sultan Selim’in Çaldıran Zaferi ile ne İran’ın fethi gerçekleşmiş, ne de Safevî varlığı ve Şia Mezhebi ortadan kaldırılabilmişti. Fakat, daha mühim ve kıymetli olan şu netice elde edilmiştir ki; Sultan Selim Çaldıran zaferiyle, Doğu Anadolu ile Batı Anadolu’yu ayrılmaz bir şekilde birleştirerek anayurdumuz olan Anadolu’nun Selçuklular’dan sonra bozulan birliğini ebedi surette temin etmiştir. Siyasi haritamızın bugünkü şekli, işte o gün dökülen Türk şehit kanlarıyla çizilmiştir. Çaldıran zaferiyle Anadolu artık asırlarca doğudan gelecek tehlikelerden korunmuştur[5] diyebiliriz.

Sultan Selim‘in Tebriz‘e Girişi ve Amasya’ya Dönüşü:

Çaldıran’dan yola çıkan Sultan Selim, Osmanlı Ordusu ile 25 Ağustos 1514’de Cuma günü Tebriz’e doğru hareket etmişti. Bundan sonra Hoy sahrasına gelen Sultan Selim, Vezir Dukaginoğlu Ahmed Paşa, Rumeli Defterdârı Pîri Mehmed Çelebi, Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa ve  daha önceleri Akkoyunlu divânında mevkî sahibi olan büyük tarihçi İdris-i Bitlîsî’den oluşan bir heyeti, dört yüz yeniçeri ile Helvacıoğlu Hüseyin Bey’in idaresinde bulunan Tebriz’e, hem korumak hem de kendi gelişine hazırlatmak ve Şah İsmail’in hazinesine, mallarına el koymak için önden 29 Ağustos’ta göndermişti[6].

Helvacıoğlu Hüseyin, Sultan Selim’in gelişini duymuş ve Şah İsmail’in geri kalan kıymetli mallarını alarak çoktan Tebriz şehrini terk etmişti. Bunun üzerine harekete geçen Sultan Selim, önce Ahtahane’ye sonra da Kuşçu Çemeni’ne geldiğinde, Şiiler tarafında döğüşen bazı beyleri ve Yedi Çeşme Çayırı’nda daha Şah Kulu hadisesinde aleyhte olan Kürt Halit’i öldürtmüştür.

Tebriz’in Surhab Köprüsü (Acısu) yakınına geldiğinde, Tebriz’in a’yân ve eşrâfı tarafından karşılanan Sultan Selim, şehre emân vermiş, büyük bir sevgi seli içerisinde bu menzilden Tebriz’e kadar yerlere serilmiş kıymetli Acem halıları üzerinden geçerek, merasimle şehre 16 Receb 920/6 Eylül 1514 Cuma günü girmiştir[7]. Sultan Selim, atlas kumaşlar üzerinde Tebriz’e girerken atının ayağına altınlar saçılmıştır. Sultan Selim’i karşılayanlar arasında, Timur Han’ın torunu Hüseyin Baykaraoğlu Mirzâ Bedi’üz-zaman, biri Farsça diğeri Çağatayca iki kaside takdim eden Muhammed Hafız-ı İsfahânî ve oğlu Hasan Can gibi önemli kimseler de bulunmaktaydı. Bunlarla beraber çoğu Şah İsmail’in Horasan’dan Tebriz’e naklettiği Türk asıllı bin kadar sanatkârı da Sultan Selim Tebriz’den İstanbul’a nakletmiştir[8].

Tebriz’in Sahib-abâd mahallesinde bulunan ve mavi altın sarısı çinilerle süslü olan Uzun Hasan Camii’ni cephânelik iken temizletip düzenleterek, Hulefây-ı Râşidin ile Ashab-ı Kiram’ın isimlerini ve kendi adını hutbe de okutan Sultan Selim, sonunda bir dua ederek cemaatta amin demiştir. Şah İsmail’in Akkoyunlular’dan ve Şeybanî Han’dan ele geçirdiği kıymetli hazinelere el konulmuştur. Bununla birlikte bir kısım fillerle, Şah’ın Akkoyunlu Türkmenleri’nden Yakup Bey ve Timur torunlarından Ebu Said’den gasbettiği emanetler İstanbul’a sevk edilmiştir[9].

Sultan Selim, Tebriz’de iken kendi adına para bastırıp, Ehl-i Sünnet üzere hutbeler okutup, Şiilik Mezhebi adetleri terkedilip, Hz. Muhammed’in dininin ibadet tarzı yenilenmiştir[10]. Tebriz’de kaldığı sürece Sultan Selim, her şeyi Ehl-i Sünnet inancına uygun bir hale koymaya çalışmıştır. Kış mevsimi yaklaşırken Sultan Selim’in niyeti kışı Tebriz’de geçirmek, baharda tekrar Şah İsmail ve Safevîler’e karşı mücadeleye girişmekti. Fakat “a’yân bâ-husus sipâh ve yeniçeriyân” bu fıkir de değillerdi. Kızılbaş-Şiiler’in meskûn olduğu bu bölgede, vezirlerin ve yeniçerilerin de kalmak istemediğini anlayan Sultan Selim, Tebriz’i 25 Receb 920/15 Eylül 1514’de terkederek Nahçıvan yoluyla Karabağ’a çekilmek zorunda kalmıştır[11].

Tebriz’de bir takım icraatlar yapan ve bir çok yeri ziyaret eden, bu arada Heşt-i Behişt Sarayı’nı da gezen Sultan Selim, Kış mevsimini Tebriz’de geçirip, on beş yıldan beri birçok Türk hanlığını yıkan, pek çok masum insanı katleden Şah İsmail’e ve onun kurduğu Şii-Safevî hanedanlığına son vermek istiyordu. Fakat zahire ve yiyecek sıkıntısı, Kış mevsiminin yaklaşması, devlet erkânının ve askerlerin dönüş arzusu, “seferim Hind’e Sind’e olacaktır, Doğu ile Batı Türk-İslam alemini birleştirmek istiyorum” diye düşünen büyük insanı zor durumda bırakmıştı. Bunun üzerine Karabağ’da kışlamak üzere Tebriz’den hareket etmiştir[12]. Nahçıvan yoluyla Karabağ’a gitmeyi arzulayan Padişah: “Karabağ ili Acem şahlarının kışlağıdır. Beylerin ağırlıklarını, çevrelerini beslemeye dayanıklıdır komşu illerinden dahi azık getirilebilir, burada kışlamayı düşünmekteyiz” diye buyurmuştur[13].

Kış mevsiminin bu eski İlhanlı merkezinde geçirileceğini anlayan devlet ricâli ve Osmanlı Ordusu Merend’den Aras nehri kıyılarına gelindiği bir sırada, yeniçerileri isyana teşvik ettiler. Aras nehri taşkın olduğu halde geçerken bir hayli insan boğulmuş ve hayvan telef olmuştu. Yeniçeriler Anadolu’ya dönmek istediklerini, Karabağ’da kışlamak istemediklerini, padişahın etrafını sararak parça parça olmuş elbiselerini mızraklarına takarak bağırmışlar, hatta Sultan Selim’in çadırına kurşun atarak tepkilerini belirtmişlerdir[14].

Sultan Selim, bu isyanın arkasındaki teşvikçilerin, Vezir-iâzâm ile vezirler, kadıasker Ca’fer Çelebi, Yeniçeri ağası İskender Paşa ve Sekbânbaşı Balyemez Osman Paşa olduklarını anlamış, ama sessizce bu asî ruhlu devşirme ordusunun tavrını beğenmediği halde Kars-Erzurum yoluyla Amasya’ya dönmeye karar vermek zorunda kalmıştır[15]. Askeri isyana teşvik edenleri cezalandırmaktan geri kalmayan Sultan Selim, Revan şehrini yağmaladıktan sonra, vezir Mustafa Paşa’yı atının eğerini kestirmek suretiyle azletmiş ve yerine defterdar Pîri Paşa’yı vezir tayin etmiştir. Peşinden Nahçıvan’da iken, askerin bazı evleri yağmalamalarını vesile sayıp, “Siz askeri muhafaza da ihmal gösterdiniz” diyerek, Vezir-i azâm Hersek-zâde ile ikinci vezir Dukagin-zâde Ahmed beyleri çadırlarını başlarına yıktırarak azletmiştir[16].

Bu arada ordunun erzak ve saman sıkıntısı ile karşılaştığı görülmektedir. Gürcistan hâkiminden istenilen erzak gelmeyince Gürcü toprakları yağmalanmaya başlanmıştı ki, Gürcü Mirza Çabuk’un adamları İspir Kalesi’nin anahtarlarını ve ordunun zahire ve hayvanların saman ihtiyacını Çoban Köprüsü’nde getirmişler ve sıkıntı kısmen giderilmiştir. Fakat, Sultan Selim yine de zeametli süvarilerine izin vermek zorunda kalmıştır[17]. 20 Eylül 1514’de Aras nehri geçilip, Kesikkünbed’e konulup 21 Eylül’de Nahçıvan şehri yakınında konaklanıp, halkının Kızılbaşlığından dolayı yağma edilmiştir. 22 Eylül’de Karabağ yakınına konulup, Sederek’ten geçilerek Çukur-sa’ad (Revan) civarına konulmuştur. 28-29 Eylül’de Üçkilise geçilip, 5 Ekim’de Kars’ın Şuregel Suyu (Arpaçayı) geçilip Gökçedağ yakınına konulmuştur[18].

Yeni vezir olan Pîri Paşa, zahire sıkıntısını gidermek için, Bayburt taraflarına gönderilip, Ramazan’ın birinci günü 20 Ekim 1514’de Çin-ağılı mevkiine konulmuştur. Orduy-ı Humâyûn Erzurum’da iken Bayburt’un fetih haberi gelmiştir. Otağ-ı Humâyûn Bayburt’a geldiğinde kaleler fetheden güçlü beyler Padişah’a Bayburt Kalesi’nin anahtarlarını sundular[19]. Bayburt Kalesi ile beraber Kiğı Kalesi’nin de anahtarları getirilmiştir. 24 Ekim’de Bayburt tevabiinden Danişmend-kenti civarına konulup Başmirahur Bıyıklı Mehmet Bey’e, Bayburt’un fethinde gösterdiği yiğitlikten dolayı; Trabzon, Bayburt, Şebinkarahisar, Erzincan ve Canik sancakları, Erzincan valiliğine bağlı olarak verilmiş ve Mehmed Bey buralara “Serdar” olmuştur. Azledilen Hersek-zâde’nin yerine, Rumeli Beylerbeyisi olan Hadım Sinan Paşa Vezir-iazâm tayin edilmiştir[20].      Böylece 1514’teki Çaldıran Seferi sonunda, Osmanlı Ordusu’nun, Nahçıvan ile Revan çevresini vurduğunu görüyoruz. Ayrıca, Şuregel-Kars, Pasinler, Erzurum çevresindeki Sevindik Han’ın Türkmen Beyliği topraklarına dokunmadıları, Gürci Atabekleri’nden İspir’i aldıkları, Safevîler’den Doğubayezit, Erzincan, Bayburt, Tercan, Kiğı kalelerini ve mülhakatını ele geçirdikleri görülmektedir[21].

Sultan Selim, Niksar’da Ramazan Bayramı’nı idrak edip, 24 Kasım 1514’de Amasya şehrine kışı geçirmek, ertesi bahar harekâta buradan devam etmek maksadıyla, ordunun top ve cephanesini Şarki Karahisar’da (Şebinkarahisar) bırakmış, askerin de Ankara’da kışlamasını emretmiştir. Kapıkulu askeriyle kışın bastırması üzerine kış hazırlığı yapılıp, Amasya’da kalınırken, Ayas Ağa Tebriz’den gelenler ve yeniçeriler ile İstanbul’a gönderilmiştir[22].

Amasya’da Çaldıran seferinde kahramanlığı ve büyük hizmetleri görülen Şehsuvaroğlu Ali Bey’e Pâdişah Selim, Dulkadırlu Vilayeti’ni uygun görüp, şimdilik durumun darlığı sebebiyle Kayseri Sancakbeyliği verilmiştir. Dulkadırlu ve Bozok yöresinin fethi göreviyle çok kıymetli bahşişlerle sancağına gönderilip, Bozok Sancakbeyi Dulkadıroğlu Süleyman’ı da mağlup edince, Bozok’ta Şehsuvaroğlu Ali Bey’e verilmiştir[23]. Bu arada Şah İsmail, Osmanlı Padişahı’nın Amasya’da kışlamakta olduğunu, İlkbahar da tekrar İran üzerine yürüyeceğini haber almıştır. Amasya’da kışlayan Sultan Selim’e ikinci defa İran üzerine yürümesini önlemek, özür dileyip geçmiş kusurlarının bağışlanmasını dilemek ve gözdesi Taclı Hatun’u geri almak düşüncesiyle; Tebriz ulemâsından Seyyid Abdu’1-Vehhab’ın başkanlığında, Kadı İshak, Mevlana Şükrullah Mugâni ve Şeyh Haydar’ın halifelerinden Hamza’dan oluşan bir elçilik heyetini göndermiştir[24].

Şah İsmail gelen heyetle yolladığı mektupta kısaca; yapılan savaştan pişman olduğunu, sulh istediğini ve Çaldıran’da alınan Taclı Hatun’un geri verilmesini istemekteydi[25]. Sultan Selim bu taleplerin hiç birini kabul etmeyerek, dört elçiden Kadı İshak ile Seyyid Abdu’1-Vehhab’ı Amasya’dan İstanbul’a gönderip Rumeli-Hisarı’nda ve Hamza Halife ile Molla Şükrullah’ı da Dimetoka zindanında hapse attırmıştır[26].

Bu arada Kürt Hacı Rüstem’in oğlu Pir Hüseyin Bey, Şah İsmail’den Osmanlı tarafına ilticâ etmiş ve babasının hükmettiği yerler kendisine verilmiştir[27]. Amasya’da iken Sultan Selim, Dukaginoğlu Ahmed Paşa’yı yeniden vezirliğe getirmişti. Yeniçeriler İlkbahar’da tekrar sefer olacağını duymuşlar, hâlâ zahire ve yiyecek sıkıntıları bitmemişti ki, Amasya’da isyan ederek Sultan Selim’in hocası Halimi Çelebi’nin ve vezir Pîri Paşa’nın çadırlarını yağmaladılar. Bunun üzerine olayı tahkik ettiren Sultan Selim, Dukağinoğlu Ahmed’i suçlu bularak azledip bizzat hançerleyip başını kestirmiştir (1 Mart 1515)[28].

Sultan Selim’in en çok üzerinde durduğu husus, İran üzerine yeniden yürümekti. Kemah Kalesi’ne sığınmış olan Türkmen-Kızılbaşlar, Osmanlı topraklarına durmadan tecavüz ettikleri için, kışı Amasya’da geçirmekte olan Padişah’a; “Kemah Kalesi Kızılbaşlar’ın elinde bulundukça Bayburt, Erzincan gibi şehir ve çevre kasabaların güvenliğini sağlamak mümkün olamaz”, dediler. Bunun üzerine zaten Doğu Anadolu’da hâkimiyet kurmayı lüzumlu sayan Padişah, Kemah Kalesi’nin kuşatılmasını Bıyıklı Mehmet Paşa’ya emretmiştir[29].

Sultan Selim, 19 Nisan 1515’de Amasya’dan Kemah’a doğru hareket etmiş; Karlıgöl, Karaçayır, Sivas, Merzifon, Elmalı üzerinden Kemah Kalesi’ne gelmiştir. Gayet müstahkem olan Kemah Kalesi, Varsaklu Mehmet Bey, tarafından savunulmaktaydı. 19 Mayıs 1515’de Padişah’ın da iştirakıyla umumî bir hücumla ikindi vakti Kale teslim alınmıştır. Şii-Türkmen müdafîler kılıçtan geçirilip, kadınları ve çocukları esir alınıp, muhafızlığına Karaçinoğlu Ahmed Bey tayin edilmiştir[30]. Kemah Kalesi’nin alınması Erzincan, Bayburt ve Doğu Anadolu’nun hakimiyet altına alınması açısından hakikaten önemli bir hâdisedir.

Sultan Selim, Anadolu’nun birlik ve bütünlüğünü sağlamak amacıyla, Kemah Kalesi’nin fethinden sonra Sivas’a dönmüştür. Vezir-ia’zâm Hadım Sinan Paşa’yı on beş bin askerle Şehsuvaroğlu Ali Bey kılavuzluğunda, Dulkadırlu Alauddevle Bozkurt Bey üzerine göndermiştir. Alauddevle Bey, Osmanlılara muhalif hareket etmekteydi. Sultan Selim İran’a giderken, Çaldıran savaşına iştirak etmemiş, zahire vs. yardımında bulunmamıştı. Hatta, Kemah’ın fethi sırasında bir Osmanlı kervanını vurmuş, belki daha önemlisi, Memlûklu hükümdarı Kansu Gavri’ye müracaat ile yardım ve himayesini talep etmiştir[31].

Alauddevle Bey, tehlikenin gelip çattığını görünce haremini, hazinelerini vs. Turna Dağı (Nurhak) tepesine çıkararak, Dulkadırlu arazisine hâkim boğazları tutmuştur. Sultan Selim, Elbistan önlerinde İncesu kenarına karargâhını kurmuş, bu arada Sinan Paşa, Göksun ovasını geçerek, yirmi bin kişilik Dulkadırlu Türkmen ordusuyla karşılaşmıştır. Şehsuvaroğlu Ali Bey’in Alauddevle Bey’in askerlerine; “Merhum babamın ekmeğini yiyenler, sancağımın altına gelsinler” çağrısı etkili olup, Alauddevle Bey’in askerleri arasında dağılma meydana getirmiştir.

12 Haziran 1515’de Göksun yakınlarında Turna Dağı eteklerinde yapılan savaşta doksan yaşındaki Alauddevle Bey, dört oğlu ile beraber giriştiği mücadele de öldürülmüştür[32]. Alauddevle Bey’in kesik başı bir fetihnâme ile Mısır Sultanı Kansu Gavri’ye gönderilmiştir. Dulkadırlu memleketi Maraş ve Elbistan başta olmak üzere bir ”sancak” itibar edilerek Şehsuvaroğlu Ali Beye verilmiştir. Böylece Keşfî’nin “Türkistan Diyârı” dediği Türkmenler’in yurdu ve askerleri Sultan Selim’in emrine girmişti. Sultan Selim adına burada kendi adına hutbe okutup, para bastırmıştır[33].

Dulkadırlu Eyaleti’nden Acem diyarında alınan ganimet kadar kıymetli mücevherler ve bol miktarda para ele geçmiştir. Sultan Selim, her askere elde ettiği ganimet hariç bin’er akçe ihsan buyurmuştu. Kayseri’ye gelindiğinde Sultan Selim, askerlere memleketine dönüş için izin verip, kendisi adamlarıyla birlikte Göksun, Sarız ve Kayseri üzerinden İstanbul’a yönelmiştir[34].

Sultan Selim, İstanbul’a vardıktan sonra, evvela Çaldıran Seferi sırasında meydana gelen başkaldırmalarda devlet erkanından kimlerin parmağı olduğunu meydana çıkarmak için tahkikat açtırdı. Netice de; Vezir İskender Paşa, Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa, Kadıasker Cafer Çelebi suçlu bulunarak katledilmişlerdir[35]. Bu arada Sultan Selim’in İstanbul’a dönmüş olduğunu duyan, Şah İsmail, Hüseyin Bey ve Behram Ağa’dan oluşan bir sefaret (elçilik) heyeti daha göndermiş, bunlarda evvelki gelen Safevî heyetinin akibetine düçâr olmuşlardır[36].

          

Diyarbakır ve Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı Devleti’ne Katılması: (1515-1517)

Sıradağlar üzerinde kendi başlarına buyruk dolaşmakta olan Kürt beyleri, ayrı ayrı hareket etmekte Kelime-i Tevhid’den başka hiçbir konuda anlaşamayarak sürekli biçimde biri birileriyle çatışmayı huy edinmişlerdi. Bulundukları yerler, Safevî-Türkmen yönetiminde olan Tebriz, Diyarbakır ve Bağdat arasında idi. Anlaşmazlık yüzünden aralarında dayanışma bulunmadığından, Safevîler’e direnmeye güçleri yetmemiş ve ister-istemez onlara yani Şah İsmail’e baş eğmişlerdi[37].

Güney Doğu Anadolu Akkoyunlu Türkmenleri’nden, Safevîler’in eline geçmişti. Nüfusun ekseriyeti Türk idi. Bir miktar da Kürt var idiyse de İranlı yoktu. Osmanlı kaynaklarında yanlış bir adlandırma ile “Kürdistan” denilen saha; Urmiye Gölü’nden Fırat boylarına kadar uzanan yerler olarak gösterilir. Oysa Kürdistan; bugünkü İran topraklarında kalan Bağdat’ın kuzey doğusudur. Ardelan, Luristan toprakları ve Urmiye Gölü’nün doğusunda kalan yerlerdir. Yüzyıllardan beri nesilden nesile Türkler ile meskun olan Güneydoğu Anadolu bölgesinde dağınık halde Sünnî olan Kürtler de vardı[38].

Çaldıran Zaferi ve Osmanlı Ordusu’nun Tebriz’e kadar ilerlemesi gerçi İran’da Safevî Devleti’nin kudret ve nüfuzunu sarsmıştı. Fakat Osmanlılar çekilir-çekilmez İran’ın kuzeyinden Şah İsmail, hemen Tebriz’e dönerek hakimiyet ve otoriteyi yeniden kurmuştu. Ancak yanlış bir tavırla Güneydoğu Anadolu’daki Kürt beylerinden bir kısmını tutuklatarak beyliklerine son vermiş, buralarda kendi adına para bastırmak ve hutbe okutmakla Kürt beylerinin tepkisine yol açmıştı[39].

Stratejik önemi olan Diyarbakır şehrine hakim olmak isteyen Şah İsmail, Sultan Selim’in İstanbul’a döndüğünü işitince, Çaldıran seferinde maktul düşen Ustacaluoğlu Mehmed’in kardeşi Kara Han’ı Diyarbakır’ı muhasaraya göndermiş ve tekrar zaptettirmiştir[40]. Sultan Selim, Acem diyarına fethe giderken, bazı Kürt beyleri huzuruna gelerek Safevîler’in kendilerine musallat olduklarından şikayet etmişlerdi. Sultan Selim’de Azerbaycan’dan dönerken, Kürt beylerinin gönüllerini kazanarak onlara mektuplar yazmıştı. Kendisi de Kürt asıllı olan ve Kürtler arasında büyük bir nüfuzu bulunan değerli âlim ve tarihçi İdris-i Bitlîsî’yi (ö.1521) Diyarbakır ve havalisinin barış yoluyla fethi için Kürt beylerine göndermişti[41].

İdris-i Bitlîsî önce Urmiye havalisine giderek, öteden beri Şah İsmail’e karşı Osmanlı Devleti’den yana olan Emir Sârim’in oğulları ile temasa geçmiş ve onları Safevîler’e karşı topraklarının ve hudutlarının korunmasında iknaya muvaffak olmuştur. Ayrıca Soran (Savran) hakimi Emir Seyyid Bey ve Babanlar ile görüşen Bitlîsî, Beradost emirlerinden Yusuf İskender ve Sultan Ahmed’in de Osmanlılar’ın safına katılmasını sağlayarak, civardaki Kürt kabilelerinin uzlaşmasını başarmıştır. Daha sonra İmadiye ve Cizre taraflarına giderek, İmadiye hâkimleri Emir Seyfeddin ve oğlu Sultan Hüseyin ile Cizre hâkimi Şah Ali Bey’in Sultan Selim’e biatlerini gerçekleştirmiştir.

Bu başarılarından sonra İdris-i Bitlîsî’nin Hizan ve Bitlis’e gittiği, bu havalideki beyleri Osmanlılar’a bağladığı ve onun tahrikleri ve çabaları neticesinde de Osmanlı ve Safevî taraftarı Kürtler arasında büyük bir mücadele meydana geldiği ve bunun Osmanlı Devleti’ne bağlı olanlar lehine sonuçlandığı, Cizre ve Musul arasındaki sahayı da, ayrıca yağma ve tahrip ettirdiği anlaşılmaktadır. Yine İdris-i Bitlîsî’nin gayretleri ile içlerinde Melik Halil Eyyubî, Bitlis hâkimi Emir Şerefeddin, Hizan hâkimi Emir Davud, Sason hâkimi Ali Bey, Namran hâkimi Abdal Bey ve Kürt ümerâsından toplam yirmi beş kişi Diyarbakır dolaylarını Safevîler’den temizlemek için Osmanlı Devleti hizmetine girmeyi kabul ettiler ve Muş sahrasında toplanarak faaliyete geçmişlerdir. Ayrıca yine İdris-i Bitlîsî’nin tahrikleri ile Diyarbakır ahalisi de Şehir’deki Safevîler’in bir kısmını katlederek bir kısmını da sur dışına kovarak Sultan Selim’e biatlerini bildrdiler kendisinden yardım isteğinde bulundular[42].

Şeyh Hüsameddin Ali-oğlu İdris-i Bitlîsî, Kürtler’in örf, adet ve geleneklerini çok iyi bilen ve onlar arasında itibarlı bir kimse olduğu için yaptığı çalışmalar neticesini vermişti. Çok kısa zamanda Kürt beylerini Güneydoğu Anadolu’da iknâ ederek Sünnî olan Osmanlı Devleti’ne bağlamayı başarmıştı[43]. Bölgede bulunan Kürtler’in yüz yıllardır Türkler’e bağlı ve sadık kalmalarının en önemli sebebi Sünnî-Müslüman olmalarıdır.

Şah İsmail, Çaldıran savaşında ölen Ustacaluoğlu Mehmed Han’ın kardeşi Kara Han’ı, Urfa hâkimi olan Durmuş Bey ile birlikte Diyarbakır’ı muhasara ve zapta memur etmişti. Mardin, Hısn-ı Keyfa, Harput ve Ergani’de bulunan Şah İsmail’e mensup kuvvetlere de Kara Han’a katılmaları emri verilmişti. Kara Han beş bin kişilik bir kuvvetle gelip Diyarbakır’ı kuşatma altına almıştı. Diyarbakır halkı da İdris-i Bitlîsî aracılığı ile Sultan Selim’e haber göndererek kendisinden yardım istemişlerdi. Bu maksatla aslen Diyarbakırlı olan Yiğit Ahmed, Amasya’dan öncü kuvvet olarak gelmiş ve bu şahsiyet kuşatma hattını yararak şehre girmeye muvaffak olmuştu. Diyarbakır halkı ile Kara Han’ın kuvvetlerine karşı müdafa savaşı veriyordu.

Sultan Selim, Kara Han’a karşı kuşatılan Diyarbakır şehrinin hâlâ direnmekte olduğunu İdris-i Bitlîsî’den öğrenmişti. 16 Şaban 921/25 Eylül 1515 günü Edirne’de bulunan Padişah’a Safevîler’in on ay’dan beri kuşattığı Diyarbakır şehri yardımına 19 Receb 921/29 Ağustos 1515 günü gönderilen hükme göre Sivas (Rûm) Beylerbeyisi Şâdi Paşa’nın Amasya’dan çıkarak yürüdüğü, ayrıca Erzincan Beylerbeyisi Bıyıklı Mehmed Bey’inde o tarafa doğru gittiği haberi geldi. Elli bin nüfuslu Diyarbakır şehri Kara Han’a ve Safevî Ordusu’na on ayı aşkın bir zamandır dayanıyordu.

Sultan Selim tarafından, Sivas Beylerbeyisi Şâdi Paşa’nın beş sancak beyi ile Bıyklı Mehmed Paşa’ya katılması emredilmişti. Bu arada İdris-i Bitlîsî de Doğu Anadolu’da bulunan birçok Kürt ümerasını Diyarbakır’ın imdadına koşmak üzere ayaklandırdı. Bunlar arasında Palu hâkimi Cemşit Bey ve Çemişgezek hâkimi de vardı. Hepsi Kiğı sancağında birleşerek, önce Çapakçur’u (Bingöl) Safevîler elinden kurtarıp Diyarbakır önlerine gelmişlerdi. Osmanlı Ordusu da şehir yakınında Kara Köprü mevkiine toplanmıştı. Şâdi Paşa da burada kendilerine katılmıştı. 10 Eylül 1515’de askerler ve o yöreden olan Türkmen asıllı Yiğit Ahmet idaresindeki gönüllüler, Urfa kapısından şehre girmişlerdir. 20 Eylül’de Bıyıklı Mehmet’in kuvvetleri de şehre girerek, şehir muhasaradan kurtarılmış ve Diyarbakır surları ve burçları üzerine zafer bayrakları çekilmiştir[44]. Kara Han ise, bir miktar askerle çoktan kuşatmayı kaldırarak Mardin taraflarına çekilmişti.

Bu hengame öncesinde İdris-i Bitlîsî yapmış olduğu yoğun çaba sonucu; Bitlis, İmadiye, Hasankeyf, Sason, Aşti, Ermi, Savran, Hizan, Siirt gibi yerlerin hâkimlerinden yirmi beş adet Kürt Beyi’ni Sultan Selim’e bağlı hale getirmişti. Bu Kürt beyleri, Sultan Selim ile birlikte, mal ve canlarını fedâ etmeye, ahdi yemin ederek bağlılıklarını bildirmişlerdi[45].

İdris-i Bitlîsî ve Kürt beyleri on bin gönüllü ile hareket ederek, Diyarbakır’ı muhasara eden Kara Han’a karşı Bıyıklı Mehmed’in ordusuna katılmışlardı[46]. 27 Ramazan 921/4 Kasım 1515 tarihinde yapılan divânda, Diyarbakır Beylerbeyiliği; Kiğı, Çemişgezek’ten Urfa ve Sincar’a kadar olan yerleri içine alan vilayet toprakları Bıyıklı Mehmet Bey’e verilip, eski Amid Sancakbeyliği mahlûl oldu (iptal edildi) ve Diyarbakır’dan yirmi üç pâre sancak verildi[47]. Kürt beylerinin Safevîler’e karşı hareketleri sonucu, Padişah Selim bunlara, itaatları karşılığında beyliklerine ait olan toprakları tanıyan beraatlar göndermiştir[48].

Diyarbakır’ın Yiğit Ahmet ve Bıyıklı Mehmet Bey’in ordusuyla ele geçirilmesinden sonra Ustacalu Kara Han, Mardin tarafına kaçmıştır. Diyarbakır’dan Mardin’e firar eden Kara Han, takip edilerek Sincar’a geçtiği öğrenilmişti. Mevlânâ İdris-i Bitlîsî Mardin’e gelerek halka nasihat eyleyip kaleyi teslim almış ve boyun eğmeyenler gizlice kaçmışlardır. Osmanlı askerleri Mardin’e girmiş, sonra kışlamak üzere Diyarbakır’a geri çekilmişlerdi. Bunu haber alan, Kara Han tekrar Mardin’e gelerek durumu Şah İsmail’e bildirmiştir[49].

Bu arada Şadi Paşa: “Bana padişahımızın fermanı ancak Amid’e kadardı” diyerek, askerini toplayıp Sivas’a doğru yönelmiştir. Bunun üzerine İdris-i Bitlîsî ile Bıyıklı Mehmed Paşa da Pâdişah’tan tekrar yardım istemiştir. Sultan Selim, Karaman Beylerbeyisi Husrev Paşa’yı yirmi bin kadar askerle Diyarbakır-Mardin taraflarına yardımcı göndermişti. Harput Kalesi’ni yolda iken üç gün muhasaradan sonra almışlardı.

Bu sırada Kara Han, Şah İsmail’den gelen taze kuvvetler ile Mardin Kalesi’ni tahkim etmişti. Husrev Paşa Fırat nehrini geçti ve Bıyıklı Mehmed’in ordusu ile birleşti. Kara Han’da Safevî askerini Pîr mevkiindeki Türkmen aşiretleriyle birleştirmek için ilerlemişti. Mardin civarında Koçhisar yakınında Dede-kargın mevkiinde iki ordu karşılaştı[50]. 15-20 Mayıs 1516’da yapılan çok şiddetli çarpışmalar sonucunda Kara Han, kurşunla yaralanarak öldü ve başı kesildi. On bin’den ziyade Kızılbaş-Türkmen öldürüldü ve kaçabilenler kaçmışlardı. Bölge tamamen -Mardin Kalesi hariç- Osmanlı topraklarına katılmıştır[51].

Koçhisar ya da Dede-kargın zaferinin tesiri çok büyük olmuştur. Savaşı müteakip, Ergani, Sincar, Çermik, Birecik, Rakka, Hasankeyf, Urfa, Siirt kapılarını Türk ordularına açmışlardır. Ayrıca Güneydoğu Anadolu’daki, Rûşeni, Hariri, Sencarî, Cezirevî gibi bazı Arap ve Kürt aşiretleri de Osmanlı kuvvetlerinin itaatı altına alınmıştır[52].

Mardin Kalesi kumandanı olan Ustacaluoğlu Kara Han’ın kardeşi Süleyman Kale’yi teslim etmemişti. Bir yıl kadar sonra Sultan Selim, Arap diyarının fethinden dönerken, Bıyıklı Mehmed’i Mardin Kalesi’nin fethi için gönderdi. Bıyıklı Mehmed Paşa, bir miktar askerle varıp şehri zorla alarak, Ustacalu Süleyman Bey’i öldürmüş, bölgeyi Safevî-Kızılbaşlar’dan Nisan 1517’de temizlemiştir[53]. Mardin Kalesi Mayıs 1516’dan başlayarak Nisan 1517 tarihine kadar Safevîler ile Osmanlılar arasında hayli el değiştirmiş ve çok kanlı çarpışmalara sahne olmuştu.

Mardin Kalesi’nin ele geçirilmesi ile mesele nihayete ermemişti. Safevîler’in elinde kalan Hısn-ı Keyfa Kalesi de Bitlis hâkimi Şeref Bey, Sason hâkimi Mehmet Bey, Hizan hâkimi Davud Bey, Melik Halil Bey ve diğer Kürt ümerası ile birlikte İdris-i Bitlîsî’nin aracılığı ile sulhen teslim olmuştur. Burası tekrar Melik Halil Eyyubî’ye verilmiştir. Bundan sonra Savur, Urfa ve Çermik kaleleri de alınmıştır[54].

Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı Devleti’ne bağlanmasında en çok emeği geçen Bıyıklı Mehmet Paşa ile İdris-i Bitlîsî’ye Sultan Selim, hil’at, bahşiş ve kılıçlar hediye etmiştir. Ayrıca Kürt beyleri için yirmi beş yük akçe, beş yüz hil’at ve on yedi sancak ihsan buyurmuşlardır[55]. Yavuz Sultan Selim takip ettiği ince bir siyasetle, Mevlânâ İdris-i Bitlîsî’nin önderliğinde; Doğu ve Güneydoğu illerinde oturan “Kürt-baba” veya Baba-Kürtler’in aşiret reislerine iyi muamele etmiştir. Onları İranîlik ve Şiiliğe karşı kuvvetli bulundurmak için, soyca Türk olan bu aşiretlere ve beylere Kürt adını vererek, onlara geniş hak ve yetkiler vermiştir[56].

Sonuç:

Sultan Selim’in Diyarbakır ve Güneydoğu Anadolu siyaseti başarıya ulaşmış gözükmektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki teshir harekâtı sonucu Diyarbakır ve havalisi itaat altına alınmıştır. Nusaybin ve Urfa dahil olduğu halde Irak-ı Arab’ın kuzey kısmı ve Musul, Osmanlı Devleti’ne dahil olmuştur. Güney’de ise Bağdat’a doğru ve Mısır Memlukları’nın hükümettiği yerlerden; Tarsus, Adana, Antakya, Halep Osmanlı Devleti’nin hedefi altına alınmıştır[57].

Nihayet 1516’da Mercidâbık’ta yapılan savaşta Mısır Sultanı Kansu Gavri öldürülerek, ordusu mağlup edilmiş ve Mısır Memlûkluları’nın elinde olan; Malatya, Divriği, Darende, Behisni, Gerger, Birecik, Kahta, Ayıntâb (Antep), Şam, Halep, Antakya, Hama, Humus gibi önemli şehirler ve kaleler Osmanlı Devleti topraklarına katılmıştır[58].

Sultan Selim ise, tamamen İran topraklarını zaptederek Safevî Devleti hâkimiyetine ve Şiilik Mezhebi’ne son vermek istediğinden barış teklifı sonuçsuz kalmıştır. Safevî elçisi Saru-Şeyh Yedi Kule zindanına gönderilip hapsedilmiştir[59]. 19 Mayıs 1518’de Vezir-ia’zâm Pîri Mehmed Paşa’yı Kuzey Irak üzerine gönderen Sultan Selim, kendisi de İran Şah’ının işini bitirmek niyetiyle Fırat nehri kıyılarına gelmiştir. Oraya vardığında Osmanlı Ordusu doğuya bir adım bile atmayı kesinlikle reddedince, yeniçerilerin bu olumsuz tavrı karşısında Sultan Selim, İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştır[60].1518 yılı itibari ile Diyarbakır Eyaleti; Amid, Mardin, Sincar, Berriyecik, Ruha (Urfa), Siverek, Çermik, Ergani, Harput, Arapkir, Kiğı ve Çemişgezek olmak üzere on iki sancaktan oluşmaktaydı.

Sultan Selim, Anadolu’nun birliğini sağlamış, Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu sınırlarını aleyhte değişmeyecek şekilde genişletmiştir. Anadolu’daki Osmanlı topraklarını; Çoruh boyunda Yusufeli, Fırat nehri başında Erzurum, Aras başında Karayazı, Murat Suyu boyunda Hınıs ile Muş, Dicle nehri boyunda Pervâri, Zaho ve Musul’a varıncaya kadar genişletmiştir. Bu çizginin batısındaki; İspir, Tercan, Kiğı, Bingöl, Kulp, Bitlis, Hizan, Siirt, Cizre, Şırnak, Te’1-Afer ve Sincar bölgeleri Osmanlı ülkeleri hudutları içerisine alınmıştır[61].

Sultan Selim, Anadolu’nun birliğini sağlamada Akkoyunlu beylerinden de yararlanmış, bunlara Doğu Anadolu’da dirlikler vermiştir. Bu sayede, Kuzey Irak, Musul, Kerkük, Erbil  vilayetleri Türkiye’ye katılmıştır. Sultan Selim, Safevîler ve Memluklar’dan şimdi ki; Adana, Gaziantep, Hatay, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Muş, Bingöl, Bitlis, Tunceli, Erzincan vilayetlerini aldığı gibi Dulkadırlu Beyliği’ni de -Maraş ve Elbistan havalisi- doğrudan doğruya Türkiye’ye ilhak etmeyi başarmıştır[62].

Sultan Selim, Osmanlı ülkelerine kattığı Anadolu topraklarını, ilelebet Şii-İran tehlikesinden ve Fars kültüründen korumak istiyordu. İran’a ikinci bir büyük sefer yaparak Safevîler’i ortadan kaldırmayı düşünen Sultan Selim, “İbrişim yasağı” olarak bilinen İpek ticaretinde İran’a boykot kararı almıştır. İran’daki Safevî Devleti ile her türlü iktisadî ilişkileri yasaklamış, Antep konağından valilere tamim göndererek, yasağa uymayan tüccarların mallarının müsaderesini istemiştir. Ayrıca İran’a silah ve demir ihracı da yasak edilmiştir[63].

Sultan Selim, Ehl-i Sünnet ve bu mezhepler üzerinde kurulan “Din yolu”nda bütün Müslümanları birleştirip, onların başı ve Peygamber vekili olmak için uğraşıyordu. İslamiyeti fetih yolu ile Avrupa Kıtası’na yaymaya çalışıyordu ve bunun içinde Roma İmparatorluğu ile Abbasi Devleti’nin hükmettiği bütün ülkeleri idaresi altına almak, Dünya’nın bu yarısında; Pâdişah, Sultan ya da Halife olmak istiyordu. Bunu yapmak içinde kendine göre, ilk önce İslam Dini’ne aykırı giden Alevilik ve Şiiliği kaldırmak gerektiğine inanıyordu[64].

Sonuç olarak; Şiilik anlayışı bugünkü gibi, yalnız İran’ın içinde kalmaya mahkum olmuştur. Anadolu coğrafyası Safevî-Kızılbaş tehlikesinden kurtarılmış, Safevîler’in gücü iyice zayıflamıştır[65]. Öte yandan Sultan Selim, İran için ikinci sefere hazırlanırken, Bozok eşkıyasından Celâl adlı bir Türkmen’in, Tokat civarında bir mağarada barınırken Mehdîlik iddiası ile yanına yirmi bin kişi toplayarak isyan ettiği haberi gelmiştir. Bunun üzerine Sultan Selim, derhal Ferhat Paşa ile Şehsuvaroğlu Ali Bey’i isyanı bastırmak için görevlendirmiştir. Tehlike büyümeden Şehsuvaroğlu Ali Bey, askeriyle gelerek henüz Ferhat Paşa’da yetişmeden eşkıya Celâl ve yandaşlarına ağır bir darbe vurmuş ve birçoğu kılıçtan geçirilmiştir[66]. Böylece Sultan Selim zamanında, Osmanlı Devleti bütün Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da hâkimiyeti, birlik ve beraberliği, huzur ve barışı kalıcı olarak sağlamıştır.

 

 

KAYNAKÇA

-Ahmed RASİM; Resimli Haritalı Osmanlı Tarihi, I-IV, 1. Baskı, Şems Matbaası, İstanbul, 1326-1328 h.

-Altundağ, Şinasi; “Selim I”, İslam Ansiklopedisi, X, M.E. Basımevi, İstanbul, 1966, (ss. 423-434).

-Asrar, N. Ahmet; Kanuni Sultan Süleyman ve İslam Alemi, 2. Baskı, Hilal Yayınları, İstanbul, ?.

-Babınger, Franz; Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev. Coşkun Üçok, 3. Baskı, K.B. Yayınları, Ankara, 1992.

-Celâlzâde, Koca Nişancı Mustafa Çelebi; Selim-nâme, (Meâsir-i Selim Hânî), Haz. Ahmet Uğur-Mustafa Çuhadar, 1. Baskı, K. B. Yayınları, Ankara, 1990.

-Danişmend, İsmail Hami; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I-IV, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1946-1948.

-Feridûn, Ahmed Bey; Münşeatu’s-Selâtin, I-II, 2. Baskı, İstanbul, 1274-1275 h.

-Fırat, Mehmet Şerif; Doğu İlleri ve Varto Tarihi, 5. Baskı, T.K.A.E. Yayınları, 1983.

-Göyünç, Nejat; “Kanunî Devri Başlarında Güneydoğu Anadolu”, Kanunî Armağanı, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1975, (ss. 61-74).

___________; XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1991.

-Grammont, Jean-Louis Becque; “Osmanlı İmparatorluğu Doruğu Olaylar (1512-1606)”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Çev. Server Tanilli, 1. Baskı, Say Yayınları, İstanbul, 1992, (ss. 171-194).

-Haydar Çelebi; Haydar Çelebi Rûznâmesi, Haz. Yavuz Senemoğlu, Tercüman, 1001 Temel Eser, İstanbul, ?.

-Hezarfen, Hüseyin b. Cafer; Tenkihu’t Tevârih-i Mulûk, Türkçe Yazma, Esad Efendi Kitaplığı, Nr. 2239, Süleymaniye Ktb., İstanbul, 1083 h.

-Hoca Saadeddin Efendi; Tâcü’t-Tevârih, I-II, İstanbul, 1279-1280 h.

_____________; Tâcü’t-Tevârih, Haz. İsmet Parmaksızoğlu, I-IV, 3. Baskı, K.B. Yayınları, Ankara, 1992.

-Karaçelebi-zâde, Abdu’l-Aziz; Târih-i Ravzatu’l-Ebrâr, Bulak Matbaası, Kahire, Hüsrev Paşa Kitaplığı, Nr. 397, Süleymaniye Ktb., İstanbul, 1238 h.

-Kırzıoğlu, M. Fahrettin; Osmanlıların Kafkas Ellerini Fethi (1451-1590), T.T.K. Basımevi, Ankara, 1993.

-Konukçu, Enver; Selçuklulardan Cumhuriyete Erzurum, Y.Ö.K. Matbaası, Ankara, 1992.

-Miroğlu, İsmet; “Yavuz  Selim Devri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, X, Çağ Yayınları, İstanbul, 1989,  (ss.281-312).

-Mustafa Nuri Paşa; Netayicu’l-Vukûat, I-II, İstanbul, 1327 h.

-Müneccimbaşı, Ahmed b. Lütfullah; Sahâifu’l-Ahbâr fi Vekây-i ül-Âsâr, I-III, Terc. Nedim Ahmed, Hacı Mahmud Kitaplığı, Nr. 4741, Süleymaniye Ktb., İstanbul, 1285 h.

_______________; Sahâifu’l-Ahbâr, I-III, Terc. İsmail Erünsal, Tercüman, 1001 Temel Eser, İstanbul, ?.

-Nişancı, Mehmed; Târih-i Nişancı Mehmed, İzmirli İsmail Hakkı Kitaplığı, Nr. 2375, Süleymaniye Ktb., İstanbul, 1290 h.

-Saray, Mehmet; Türk-İran Münasebetlerinde Şiiliğin Rolü, T.K.A.E. Yay., Ankara, 1990.

-Solakzâde, Mehmed Hemdemî; Solakzâde Tarihi, Mahmud Bey Matb., İstanbul, 1279 h.

-Süheylî, Ahmed b. Hemdem; Tarih-î Şâhî, (Tarih-i Süheylî), Müellif Hattı, Türkçe Yazma, Fatih Kitaplığı, Nr. 4356, Süleymaniye Ktb., İstanbul, ?.

-Sümer, Faruk; Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1992.

-Tansel, Selahattin; Yavuz Sultan Selim, 1. Baskı, M.E. Basımevi, Ankara, 1969.

-Tekindağ, M. Şehabettin; “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, Tarih Dergisi,  S. 22, XVII, İstanbul, 1968, (ss. 49-78).

____________; Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi (1451-1574), Basılmamış Ders Notları, İstanbul, 1977.

-Uğur, Ahmet; Yavuz Sultan Selim, 1. Baskı, E.Ü. Yayınları, Kayseri, 1989.

-Uzunçarşılı, İsmail Hakkı; Osmanlı Tarihi, I-VIII, 5.Baskı, T.T.K. Bas., Ankara, 1988.

-Yinanç, Refet; “Dulkadıroğulları”, İ.A., IX, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1994, (ss. 553-557).


*Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölüm Başkanı, Yeniçağ ve Yakınçağ Tarihi Öğretim Üyesi.

[1] Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1991, s. 15.

[2] Haydar Çelebi, Haydar Çelebi Rûznâmesi, Haz. Yavuz Senemoğlu, Tercüman, 1001 Temel Eser, İstanbul, ?, s. 43-59; Ahmed Rasim, Resimli Haritalı Osmanlı Tarihi, 1. Baskı, Şems Matbaası, İstanbul, 1326 h., C. I, s. 190; Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, 1. Baskı, M.E. Basımevi, Ankara,  1969, s. 66.

[3] Feridûn Ahmed Bey, Münşeatu’s-Selâtin, 2. Baskı, İstanbul, 1274 h., C. I, s. 390; Haydar Çelebi, A.g.e., s. 49.

[4] Feridûn Bey,  A.g.e., C. I, s. 386 vd.; Haydar Çelebi, A.g.e., s. 50-52; Ayrıca bakınız; Feridûn Bey, A.g.e., C. I, s. 390; Selim tarafından Tebriz A’yanı’na Çaldıran Fetihnâmesi; C. I, s. 391; Selim tarafından Şark reayasına buyurulmak üzere gönderilen nâme ve Sultan Selim tarafından Ahmed Paşa Tebriz zaptına memur oldukda irsâl buyurulan Nâme-i  Hûmâyun, bulunmaktadır.

[5] İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1948, C. II, s. 14.

[6] Abdu’l-Aziz Karaçelebi-zâde, Târih-i Ravzatu’l-Ebrâr, Bulak Matbaası, Kahire, Hüsrev Paşa Kitaplığı, Nr. 397, Süleymaniye Ktb., İstanbul, 1238 h., s. 402; Hoca Saadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, İstanbul, 1280 h., C. II, s. 279; Ahmed b. Lütfullah Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr fi Vekây-i ül-Âsâr, Terc. Nedim Ahmed, Hacı Mahmud Kitaplığı, Nr. 4741, Süleymaniye Ktb., İstanbul, 1285 h., C. III, s. 455; M. Şehabettin Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, Tarih Dergisi,  S. 22, C. XVII, İstanbul, 1968, s. 71; Tansel, A.g.e., s. 67.

[7] Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 402; Müneccimbaşı, A.g.e., C. III, s. 455; Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 280; Celâlzâde Koca Nişancı Mustafa Çelebi, Selim-nâme, (Meâsir-i Selim Hânî), Haz. Ahmet Uğur-Mustafa Çuhadar, 1. Baskı, K. B. Yayınları, Ankara, 1990, s. 382; Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, T.D., S. 22, C. XVII, s. 71-72; Mehmet Saray, Türk-İran Münasebetlerinde Şiiliğin Rolü, T.K.A.E. Yayınları, Ankara, 1990, s. 22.

[8] Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. İsmail Erünsal, Tercüman, 1001 Temel Eser, İstanbul, ?, C. II, s. 467; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 15; Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, T.D., S. 22, C. XVII, s. 72; Ahmet Uğur, Yavuz Sultan Selim, 1. Baskı, E.Ü. Yayınları, Kayseri, 1989, s. 80-81.

[9] Haydar Çelebi, A.g.e., s. 80; Şinasi Altundağ, “Selim I”, İslam Ansiklopedisi, M.E. Basımevi, İstanbul, 1966, C. X, s. 427; M. Şehabettin Tekindağ, Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi (1451-1574), Ders Notları, İstanbul, 1977, s. 126; Tansel, A.g.e., s. 69; Uğur, Yavuz Sultan Selim, s. 79-80.

[10] Hezarfen Hüseyin b. Cafer, Tenkihu’t Tevârih-i Mulûk, Türkçe Yazma, Esad Efendi Kitaplığı, Nr. 2239, Süleymaniye Ktb., İstanbul, 1083 h., v. 139 b; Celâlzâde, Selim-nâme, Haz. A. Uğur-M. Çuhadar, s. 383; Uğur, Yavuz Sultan Selim, s. 79.

[11] Mustafa Nuri Paşa, Netayicu’l-Vukûat, İstanbul, 1327 h., C. I, s. 74; Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 281-282; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 455; Nişancı Mehmed, Târih-i Nişancı Mehmed, İzmirli İsmail Hakkı Kitaplığı, Nr. 2375, Süleymaniye Ktb., İstanbul, 1290 h., s. 185; Karaçalebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 402; Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, T.D., S. 22, C. XVII, s. 73; Tansel, A.g.e., s. 69.

[12] Karaçalebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 402; Hoca Saadeddin, A.g.e, C. II, s. 281-282; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 15; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 5.Baskı, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1988, C. II, s. 269; Tansel, A.g.e., s. 70; Faruk Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1992, s. 37; Saray, A.g.e., s. 22.

[13] Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 283.

[14] Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 283-284; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 456; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 15; Tekindağ, Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi , s. 126.

[15] Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 456; Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, T.D., S. 22, C. XVII, s. 73.

[16] Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 456; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 15; Uzunçarşılı, A.g.e., C. II, s. 270; Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, T.D., S. 22, C. XVII, s. 73-74; Altundağ, “Selim I”, İ.A., C. X, s. 427.

[17] Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 402; Rasim, A.g.e., C. I, s. 191; Enver Konukçu, Selçuklulardan Cumhuriyete Erzurum, Y.Ö.K. Matbaası, Ankara, 1992, s. 143.

[18] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas Ellerini Fethi (1451-1590), T.T.K. Basımevi, Ankara, 1993, s. 108.

[19] Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 284; Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 403; Solakzâde Mehmed Hemdemî, Solakzâde Tarihi, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul, 1279 h., s. 374.

[20] Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 284-285; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 456; Solakzâde, A.g.e., s. 374; Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 403; Altundağ, “Selim I”, İ.A., C. X, s. 427; Tekindağ, Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi , s. 127.

[21] Kırzıoğlu, A.g.e., s. 111.

[22] Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 285; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 456;  Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 403; Celâlzâde, Selim-nâme, Haz. A. Uğur-M. Çuhadar, s. 384; Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, T.D., S. 22, C. XVII, s. 74; Tansel, A.g.e., s. 72.

[23] Süheylî Ahmed b. Hemdem, Tarih-î Şâhî, (Tarih-i Süheylî), Müellif Hattı, Türkçe Yazma, Fatih Kitaplığı, Nr. 4356, Süleymaniye Ktb., İstanbul, ?, v. 454 b; Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 286; Solakzâde, A.g.e., s. 373 vd.

[24] Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 287; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 457; Süheylî, A.g.e., v. 454 b; Solakzâde, A.g.e., s. 374; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 17; Celâlzâde, Selim-nâme, Haz. A. Uğur-M. Çuhadar, s. 386; Tansel, A.g.e., s. 72.

[25] Feridun Bey, A.g.e., C. I, s. 413-414; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 457; Tansel, A.g.e., s. 72; Celâlzâde, Selim-nâme, Haz. A. Uğur-M. Çuhadar, s. 387.

[26] Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 457; Solakzâde, A.g.e., s. 374; Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 403; Süheylî, A.g.e., v. 454 b; Tansel, A.g.e., s. 72; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 17.

[27] Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 457; Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, T.D., S. 22, C. XVII, s. 75.

[28] Tekindağ, Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi , s. 127; Altundağ, “Selim I”, İ.A., C. X, s. 427; Uğur, Yavuz Sultan Selim, s. 84.

[29] Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 470; Tansel, A.g.e., s. 75; Tekindağ, Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi , s. 129; Uzunçarşılı, A.g.e., C. II, s. 271.

[30] Süheylî, A.g.e., v. 445 a; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 457; Solakzâde, A.g.e., s. 374; Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 403; “…Ve Arabkir ve Çemişgezek halkı dahi sabit kadem makama teslim oldular”; Celâlzâde, Selim-nâme, Haz. A. Uğur-M. Çuhadar, s. 390-392; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 18; Tekindağ, Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi , s. 129.

[31] Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 470; Tekindağ, Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi, s. 129; İsmet Miroğlu, “Yavuz  Selim Devri”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1989, C. X, s. 302; “Selim Rumeli Beylerbeyisi Hadım Sinan Paşa’yı kırk bin kişi ile Alauddevle Bozkurt Bey üzerine gönderdi” demektedir.

[32] Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 471; Tekindağ, Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi, s. 130; Kırzıoğlu, A.g.e., s. 112; Refet Yinanç, “Dulkadıroğulları”, İ.A., Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1994, C. IX, s. 556.

[33] Rasim, A.g.e., C. I, s. 192; Tekindağ, Fatih’den III. Muradt’a Kadar Osmanlı Tarihi , s.130; Uğur, Yavuz Sultan Selim, s. 90.

[34] Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 471.

[35] Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 404; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 472; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 20.

[36] Süheylî, A.g.e., v. 458 b; Tekindağ, Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi , s. 128; Miroğlu, “Yavuz  Selim Devri”, D.G.B.İ.T., C. X, s. 301.

[37] Süheylî, A.g.e., v. 455 b; Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 299; Solakzâde, A.g.e., s. 378.

[38] Danişmend, A.g.e., C. II, s. 22.

[39] Tansel, A.g.e., s. 76-77.

[40] Nişancı Mehmed, A.g.e., s. 186; Uzunçarşılı, A.g.e., C. II, s. 274; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 458.

[41] Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 300; Süheylî, A.g.e., v. 455 b; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 459; Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 405; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 22.

[42] Göyünç, A.g.e., s. 16-17.

[43] Süheylî, A.g.e., v. 455 b; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 459; Solakzâde, A.g.e., s. 378; Nejat Göyünç, “Kanunî Devri Başlarında Güneydoğu Anadolu”, Kanunî Armağanı, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1975, s. 62; Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev. Coşkun Üçok, 3. Baskı, K.B. Yayınları, Ankara, 1992, s. 52; İdris-i Bitlîsî, Heşt-i Behişt, adıyla Farsça büyük bir Osmanlı Tarihi yazmıştır.

[44] Solakzâde,  A.g.e., s. 379; Süheylî, A.g.e., v. 456 a; Kırzıoğlu, A.g.e., s. 115; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 22; Göyünç, A.g.e., s. 18.

[45] Süheylî, A.g.e., v. 456 a; Hoca Saadeddin, A.g.e., C. II, s. 302; Solakzâde, A.g.e., s. 378; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 459; Nişancı Mehmed, A.g.e., s. 186; Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 405.

[46] Uzunçarşılı, A.g.e., C. II, s. 274.

[47] Kırzıoğlu, A.g.e., s. 115.

[48] Tansel, A.g.e., s. 78.

[49] Süheylî, A.g.e., v. 457 b;  Solakzâde, A.g.e., s. 381-382; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 459; Uzunçarşılı, A.g.e., C. II, s. 274.

[50] Süheylî, A.g.e., v. 458 a; Solakzâde, A.g.e., s. 382; Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, Terc. N. Ahmed, C. III, s. 459.

[51] Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 405; Danişmend, A.g.e., C. II, s. 23.

[52] Rasim, A.g.e., C. I, s. 193; Sümer, A.g.e., s. 40.

[53] Müneccimbaşı, Sahaifu’l-Ahbar, Terc. İ. Erünsal, C. II, s. 477; Solakzâde, A.g.e., s. 383; Tansel, A.g.e., s. 89; Göyünç, A.g.m., Kanunî Armağanı, s. 62.

[54] Göyünç, A.g.e., s. 34.

[55] Müneccimbaşı, Sahaifu’l-Ahbar, Terc. İ. Erünsal, C. II, s. 477; Tansel, A.g.e., s. 89.

[56] Mehmet Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, 5. Baskı, T.K.A.E. Yayınları, 1983, s. 97.

[57] Rasim, A.g.e., C. I, s. 194.

[58] Nişancı Mehmed, A.g.e., s.187-188.

[59] Danişmend, A.g.e., C. II, s. 47.

[60] Jean-Louis Becque Grammont, “Osmanlı İmparatorluğu Doruğu Olaylar (1512-1606)”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Çev. Server Tanilli, 1. Baskı, Say Yayınları, İstanbul, 1992, s. 178.

[61] Kırzıoğlu, A.g.e., s. 121.

[62] Uzunçarşılı, A.g.e., C. II, s. 448; N. Ahmet Asrar, Kanuni Sultan Süleyman ve İslam Alemi, 2. Baskı, Hilal Yayınları, İstanbul, ?, s. 42.

[63] Danişmend, A.g.e., C. II, s. 48; Saray, A.g.e., s. 23; Sümer, A.g.e., s. 40.

[64] Fırat, A.g.e., s. 100.

[65] Danişmend, A.g.e., C. II, s. 57; Asrar, A.g.e., s. 42.

[66] Karaçelebi-zâde, Ravzatu’l-Ebrâr, s. 413; Rasim, A.g.e., C. I, s. 206.